Kahire
Yaklaşık yirmialtı yüz yıl kadar önce Halikarnaslı tarihçi Heradot Mısır'la ilgili olarak; "Hiçbir ülke yok ki, böylesine harikalara sahip olsun ve bunlara aldırış etmeden yaşasın" dedikten sonra eklemiş; "Onlar aşırı derecede dinlerine baglı insanlar, öylesine ki tüm insan ırklarının çok ilerisinde...". Antik Mısırlılar'ın dünya mirasına bıraktıkları yapılara bakıpta bu görüşe katılmamak elde değil.
Mısırlılar kendi yaşam alanlarını kalıcı olmayan malzemelerle yapmalarına rağmen ölümsüz tanrıları ve onlara eşit kralları için onların bedenlerini sonsuza kadar korumak üzere yaptıkları tapınaklarda ve heykellerde bozulmaz taşlar kullanmışlar. Bu eserleri oluşturan malzemenin kaynağı olan Libya ve Arap Çöllerinin kayalıkları ve Nil Nehri'nin akışı arasında kendisini şekillendirmiş, Mısır Dünyası'nın durağanlığı ve doğal yaşam çemberinin sonsuzluğu...

Din ve istikrar yıllarca değişmeden sürekliliğini koruyan heybetli Mısır Sanatı'nın ana unsurlarını oluşturmuş. "Nil'in hediyesi" Mısır'ın çöllerle çevrili olması, kendine has ve dış etkilere kapalı bir medeniyet olarak şekillenmesinin en önemli nedeniydi. Tarihte derin izler bırakmış 3000 yıldan fazla hüküm sürmüş Mısır Medeniyeti için dış saldırılara karşı bir korunak da olmuş bu coğrafi özellik. Afrika'nın derinlerinden doğan Dünya'nın ikinci uzun nehri Nil, kıyısında kurulan medeniyetin yanı sıra sebep olduğu sellerle matematiğin gelişmesinde de önemli rol oynamış. Geçmişten bugüne Nil, Mısır tarihinin kaçınılmaz bir parçası. Bir büyük medeniyeti oluşturan bu nehir ilk yerleşimler kurulduğundan bu yana ekonomik, sosyal, politik ve dinsel yaşamın kaynağı olmuş.

İlk gün Giza'ya gitmeye karar verdik. Giza en büyük ve bilinen Piramitler'in (Kefren, Keops ve Mikerenos) olduğu, şehir merkezinin dışındaki bir yer. Yolda giderken gördüklerim bana İstanbul'un varoşlarını hatırlatıyor. Otoyoldan önce silüetleri görünüyor bu üç büyük Piramit'in. Nil'in kıyısındaki yeşillikleri fon olarak alıp otoyol kenarından fotoğraflıyorum bu görüntüyü. Tam Christmas zamanında burada olduğumuzdan tüm turistik yerler gibi burası da çok kalabalık.
Arabadan iner inmez yeşil entarili sarıklı bir adam kesiverdi yolumuzu ve biz daha ne olduğunu anlamadan bir tahta üzerine basitçe çizilmiş bir haritada bölgeyle ilgili bildiğim şeyleri anlatmaya başladı, içimden ben bu hikayenin devamını biliyorum derken onun at kiralayıcısı olduğunu öğrendik. Bize önerisi alanı at üstünde gezdirmek. Yaptığımız pazarlık sonrası anlaşıyoruz. Burada hep yaşadığımız psikoloji "acaba kazık mı yedim!" düşüncesi, çünkü sattıkları bir şey için ilk soyledikleri fiyat gerçeğinden o kadar farklı oluyor ki, böyle düşünmemek elde değil! Piramitlerin girişindeki görevliye arkeoloji öğrencisi olduğumu dolayısıyla para ödememem gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Arkeoloji öğrencisi olduğumu anlatmak için kullandığım İngilizce ve İspanyolca çalışmayınca aklıma eski Türkçe'yi kullanmak geliyor; "hafriyat talebe" ardından "beleş" diyorum. Görevli kadın çabam sonrası pes ediyor! Önceden aldığımız tavsiyeler üzerine özellikle kapanmasına yakın saatte geldik buraya. Ancak at üstünde ritmik sesler eşliğinde Keops'a yaklaşırken deve üstündeki askerler alanı boşaltmamızı işaret ettiler. Kapanmasına yakın değil tam kapanma vaktinde oradaymışız! Türkiye'den geldiğimizi burayı mutlaka fotoğraflamamız gerektiğini anlatınca anlayış gösterdiler bize, bu sayede çevrede kimse yokken dolaştık bu muhteşem yapıları. Buradan Kahire'ye bakıldığında şehrin üstüne çökmüs hava kirliliği görülüyor. Rahatsız eden bu görüntü yerine başımı tekrar Piramitler'in ihtişamına çeviriyorum. Güneş batışında kızıllaşan renkleriyle müthiş etkileyici bir görünüm çıkıyor ortaya, bu görüntü hiç bir zaman unutulmayacak bir resim olacak kafamda.
Herkesin Mısır'la özdeşleştirdiği, tarihin uzak ufkunda bir belge gibi duran zamanın aşındırmasına uğramış bu taştan dağlar, ne kadar sessiz sedasız ihtişamlarıyla dursalar da bizlere çok şey söylemekteler.Onlar bizlere; bir kralın yaşamı boyunca taştan bu dev kütlelerin dikilmesini saglayabilecek yeterlilikte örgütlenmenin varlıgından, binlerce kölenin, işçinin madenlerden taş çıkarıp onları yapıların yanına taşıtan ve kral mezarları tamamlanıncaya kadar yıllarca çalıştırıp o taşları en ilkel araçlarla bir bir dizdirebilecek kadar zengin ve güçlü kralların varlığından bahsetmekteler. Kahire için ayırdığınız zamana göre Sakkara'daki piramitleri görmeye de gidebilirsiniz.Giza'dakiler kadar görkemli olmasalar da, inşa edilen ilk piramitler olarak buranın özel bir yeri var tarihte, bu sebepten gitmeden önce burayla ilgili bir şeyler okumak iyi olur. Zoser'in anıt mezarının bulunduğu bu bölgedeki piramitler Giza'dakiler için model ve esin kaynağı olmuş.
Kahire'deki son durağımız Han El-Halil idi. Orta Çağdan bu yana, daracık sokaklarında sağlı sollu incik boncuk ve binbir çeşit doğulu hediyelik eşyaların satıldığı bir çarşı Han El-Halil. Deve şeklindeki küçük parfüm şişeleri, türlü malzemeden yapılmış kolyeler, nargileler burada satılan hediyelik eşyalardan. Çarşının sokaklarından "Sikket El-Bedesten" de bulunan kafe Mısırlılar'ın Nobel ödüllü yazarı Nagip Mahfuz'un kitaplarını yazmak için tercih ettiği yermiş. Alışveriş sonrası dinlenmek ve nargile tüttürmek için güzel bir mekan tabii eğer yer bulunabilirseniz.
Akşam olup otele döndükten sonra tüm günün yorgunluğuyla pencereden bakıyorum, doğulu gürültünün geldiği Talaat Harp caddesine doğru. Bu defa yaşanılanlarla daha bir başka görünüyor gözüme. Son bir kaç saatimi bir kaç yüz metre ötedeki otellerin ışığında parlayan Nil kenarında yürüyerek geçirdim. Ilık Kahire akşamında izlediğim Nil'in karanlıktaki sessizliği yerel halkı taşıyan göçmen teknesi gibi tıka basa dolu filikalardan gelen gürültüyle dağılıyor. Havaalanına giderken takside çalan müzik eşliğinde uzaklaşan Kahire'ye görüşmek üzere diyorum içimden.
Yorumlar